15 Haziran 2016 Çarşamba

Blue Velvet (Mavi Kadife) Filmine Feminist Analiz




Özet
Bu çalışmada, David Lynch’ın Blue Velvet  (Mavi Kadife) filmi, Laura Mulvey ve Teresa de Lauretis’in feminist film teorileri üzerinden analiz edilecektir.   Blue Velvet “Oedipus kompleksi” üzerinden ele alınacaktır. “Geleneksel film anlatısı”nın toplumsal pratiklere etkisi üzerinde durulacaktır.
Anahtar Kelimeler:
Oedipus, Blue Velvet, röntgenciklik, feminizm.
Abstract
This article focuses on the Movie “Blue Velvet” which illustrates the riots between Laura Mulvey and Terasa de Lauretis’ feminist film theories. Blue Velvet will be analyzed with oedipus complex. Traditional film narrative will focus on the effect of social practises.
Key Words:
Oedipus Complex, Blue Velvet, voyeurism, feminism.

Giriş
Lumiere Kardeşler’in çektiği Trenin Gara Giriş’i ile başladığı kabul edilen sinema yolcuğu, kapitalizmin etkisini günden güne arttırması ile birlikte bir kültür endüstri haline dönüşmüştür. Henüz çok eski bir tarihi olmamasına rağmen, toplumu derinden etkilediği şüphesizdir.  Sinema teknik olanakları nedeniyle diğer tüm sanat dallarından ayrılır. İzleyiciyi görüntülerin “kaydedildiği” ve “tekrar tekrar” izlenildiği bir araç ile karşı karşıyadır. Bu nedenle seyirciyi etkisi altına alır ve seyircinin de katılımını sağlar. Adorno, sinemayı bir kültür endüstrisi yaratan araç olarak gördüğü için eleştirir.

Kültür endüstrisini döndüren çark, öykünmeci gerilemeye, bastırılmış taklit dürtülerinin istismarına ayarlıdır. Yöntemi, izleyicinin kendisini taklit edişini öngörmek ve böylece yaratmak istediği anlaşmayı zaten varmış gibi göstermektir. Üstelik hiç de zorlanmadan başarıyordur bunu. […] Kültürel aygıt bu teknikleri kullanarak, sinematik gerilimin doruk noktasında son sürat yaklaşan bir trenin şiddetiyle saldırmaktadır seyirciye. (Adorno, 2014, s. 209)

Bir kültür endüstrisine dönüşmüş, toplumsal pratikleri yeniden ve yeniden üreten sinemada  “kadın” da metalaştırılır. Özellikle Hollywood sineması incelendiğinde kadın-erkek arasında yapılan ayrım, kolaylıkla fark edilebilir. Kadınlar karakter olmaktan uzaktır. Kadın adeta bir figürandır, erkeğin gölgesinde kalır.  Kadın, erkeğin “arzuladığı” ya da “arzulamadığı” bir objeye dönüşür. Karakter analizi yapılmaz, psikolojik özellikleri üzerinde durulmaz, sadece bir obje gibi gösterilir. New York Film Akademisi’nin sinemada kadın temsili üzerine yaptığı araştırmaya göre Hollywood Sinemasında kadın-erkek eşitsizliği olduğu ispatlanmıştır. Hollywood Sineması’nda repliği olan kadınların oranı %30 iken, kadın erkek oyuncu sayısının eşit olduğu oran ise yalnızca %10’dur. Kadın oyuncuların %26,2’si iç çamaşırları ile görüntülenirken, bu oran erkeklerde yalnızca %9.4’idir. (4 Ocak, 2014, BİA Haber Merkezi)

New York Film Akademisi’nin yaptığı araştırmaya göre, sinemada kadın hem temsil olarak hem de sayısal olarak erkeğin gerisinde kalmaktadır. Kapitalist toplumun içinde, kadınların iş yaşamı, günlük pratikler her alanda erkeklerin gerisinde bırakıldığı görülmektedir. Sinemada da durum böyledir. Bütün bu etkenler, sinemada bir “kadın temsil” sorunu yaratmıştır ve sinemada feminist teorilerin doğmasına sebep olmuştur. Özellikle Hollywood sinemasının, neredeyse her filminde “erkek bakış açısı” hâkimdir.

Toplumsal alanda görülen “kadın-erkek” eşitsizliği sinemada da görülmesi, feminist film teorilerinin doğmasına neden olmuştur. Feminist film teorilerinin doğuşu, sadece sinema alanında aydınlanmayı amaçlamaz, sinema toplumu etkisi altını alan bir güçtür. Bu nedenle toplumsal yaşamı etkileyecek bir araçtır. 

Feminist gaye ataerkil toplumu alttan alta destekleyen güç düzenlemeleri ve psiko-sosyal mekanizmaları araştırmaktı ve nihai amaç sadece sinema teorisi ve eleştirisini değil aynı zamanda genel olarak hiyerarşik biçimde ayrılmış sosyal ilişkileri dönüştürmekti. (Stam, 2014, s. 180)

Marx’a göre üretim araçlarını ellerinde bulunduranlar, gücü de ellerinde bulundururlar. Üretim araçları, egemen sınıfın elindedir ve toplumda bir hiyerarşi vardır. Egemen sınıfın içinde de erkekler egemendir. Sinema endüstrisine bakıldığında, fark edilir ki, çalışan insanlar arasında en çok erkekler görülür. Set işçileri arasında, kadınların sayısı azdır. Yönetmenin erkek olduğu, kameramanın erkek olduğu, kurgulayanın erkek olduğu bir film “erkek bakış açısı”na göre çekilir. Dolayısıyla, kadın seyirciler de bir film izleme eyleminde, sinemada kadının konumlandırılmasını, erkek bakış açısına göre izler. Sinemada kadın, kadın izleyicinin değil, erkek izleyicinin bakış açısına göre konumlandırılır. Kameranın aldığı görüntüler, kadınların gözüne değil, erkeklerin gözüne hitap eder.

Erkek bakış kavramı, ilk kez Laura Mulvey öne sürmüştür. Mulvey’e göre, tür sineması erkeğin bakışı üzerine kuruludur, kadın tür sinemasında sadece bir gözetlenendir, bir nesnedir. Kameranın konumu, açıları hep buna göre şekillenir. Erkek, kadını nasıl görmek istiyorsa kamera açısı ona göre şekillenir. Kadının kıyafeti, makyajı, fiziksel bütün özellikleri erkek bakış açısına göre düzenlenir. Dolayısıyla, kadın gözetleyen değil, gözetlenendir. Mulvey’e göre kadın erkek bakışının yalnızca bir nesnesidir. (Mulvey, 59)

Sinema bir takım olası hazlar sunar. Bunlardan biri gözetlemeciliktir. Bakmanın da bakılmanın da zevk kaynağı olduğu durumlar vardır. […] Cinsiyet üzerine üç denemesinde Freud, gözetlemeciliği, erojen bölgelerden bağımsız dürtüler gibi var olan, cinselliği oluşturan güdülerden biri olarak benimsemiştir. Bu noktada, gözetlemeciliği, öteki insanları nesneler gibi ele almakta, onları denetleyici ve meraklı bir bakışa tabi kılmaya ilintilendirir. […] Etkin güdü, öteki etkenlerle, özellikle egonun oluşumuyla dönüşüme uğramakla birlikte, öteki kişilere obje gibi bakmaktaki haz için erotik bir temel olarak varlığını sürdürür. En uç noktada bu, bir sapkınlık halinde sabitleşebilir; tek cinsel tatmini, nesneleşmiş ötekini, etkin denetleme anlamında seyrederek sağlayabilen takıntılı voyorleri ve röntgencileri üretir. (Mulvey, 1975)

Freud’un incelediği “oedipus” kavramı, tema olarak Hollywood sinemasında oldukça fazla işlenmektedir. Özellikle Alfred Hitchcock filmlerinde, “oedipus” teması daha da fazla işlenir, Freud’un çalışmalarını hep erkekler üzerine yapması, erkeklerin cinsel arzuları üzerinde durması ve kadınların sendromlarını bile, erkeklerle bağlantılı açıklamasına feministler karşı çıkmaktadır.

Thinking About Women (Kadınlar Üzerine Düşünmek)’da Mary Elman şunları söyler: Freud’un kadınlara kendini beğenmiş ve korku dolu yaklaşımında her şey “penis eksikliği” üzerine kuruludur fakat Freud bunu sadece The Psychology of Women (Kadınların Psikolojisi) adlı makalesinde açıkça dile getirir. Bundan sonra cinsel fonksiyonla çatışacak akılcı bir yaklaşımın terk edilmesini kadınlara salık verecektir. Psikanaliz uygulanan hasta erkekte ise; analiz bu erkeğin kapasitesini ilerletmeyi kendine görev edinir fakat hasta bir kadında bu görev kendini cinselliklerinin sınırlılıklarının içine hapseder. Bay Rief’in ortaya koyduğu gibi: Freud için, analiz kadını başarı ve gelişim için yeni enerji toplamayı teşvik etmeyi başaramaz; sadece onlara rasyonel olanı terk etmeyi öğretir. (Koedt’den çeviren Toker, Eylül, 2011.)

Freud ve Oedipus Kompleksi
Freud bir çocuğun gelişimini üç döneme ayırır:
1.     Oral Dönem :Gelişimin ilk basamağıdır. 0-1,5 yaş arası dönemdir. Oral dönemde bebek, annesinin göğsünü emmekten büyük zevk duyar. Bebeklerin ihtiyaçlarını anlatma şekli ağız ile yapılmaktadır. Bu evrede çocuğun bütün ihtiyaçları beslenmesini karşılamaya yöneliktir.
2.     Anal Dönem: Bu dönemde çocuk dışkısının, dışarı atılmasını kontrol etmekten büyük haz duymaktadır. Bu dönem, çocuğun 3. Yaşının sonuna kadar sürer. Anüs bölgesinin şehvet uyandırıcılığını kullanan çocuk, bağırsaksaklarını boşaltmaktan büyük bir zevk alır. Dışkıyı güçlü ve yıkıcı bir silahmış gibi kullanır.
3.     Fallik Dönem: Fallik dönemde erkek çocuğu için penis, bütün benliği ve varlığı ile eş değerdir. 3-6 yaş arasındadır. Erkek çocuk, kız çocuğunda penis olmadığını fark edince kendisinde de yok olacağı korkusunu yaşar. Bu dönemde iki önemli sorun meydana gelir.
a: İğdişlik Korkusu (Kastrasyon): Bu dönemde erkek çocuğun, penisinin yok olacağı korkusunu duyar. Kız çocuklarından uzak durur. Kız çocuğu ise, bu döneme eriştiğinde penis yokluğunun yıkıcılığını yaşar. Annesine kızar, eksik olduğunu düşünür ve bu anne ve kız çocuğu arasındaki ilişkiyi etkiler.
b: Oedipus Kompleksi: . Oedipus Kompleksi, Sigmund Freud’un kurucusu olduğu psikanalitik teoriye göre erkek çocuğun, annesini sahiplenme, kendi cinsinden ebeveyni saf dışı bırakma, duygu, düşünceler ve dürtülerden oluşur. Kökeni ise mitolojiye dayanmaktadır. Bu dönemde çocuk, karşı cinsteki ebeveynini sahiplenme arzusu yaşar. Freud’a göre bir çocuğun ilk âşık olduğu kişi, karşı cinsteki ebeveyndir. Erkek çocuk, evde bir güç otoritesi olan babadan çekinir ve onu bir rakip olarak görür. (Telli, 4 Mayıs, 2012)

Feminist Teori ve Oedipus’a Bakış
Pek çok feminist Freudculuğun fallusa, eril gözetlemeciliğe ve “analitik tarafsızlık” gibi sinsice cinsiyetleştirilmiş kavramlar dışında kadının öznelliğine çok az yer bırakan oedipal senaryoya ayrıcalık vermesiyle ideolojik kısıtlamalarına dikkat çekti. Belirtildiği gibi Freud, sadece erkek çocuğunun oedipal yolculuğu ile ilgilendi. (Stam, 2014, s. 185)
Teresa de Lauretis, ‘Oedipus İnterrupts’ adlı makalesine, sorular ile başlar. Mitolojik karakterlerin, güçlü gösterilen erkek figürlerinin toplumsal hayat pratiklerinin içinde olduğundan bahseder ve bir soru sorar. “Medusa, kendi kafasını kesen Perseus’ ile karşılaştığında ne hissetmişti?” diye sorar. Medusa’nın çok farklı şekillerde, ekranda izleyici ile buluştuğunu ifade eder. (Lauretis, 84)

Western kültürde, oedipus ile ilgili çok fazla metafor görülmektedir. Sembolik anlatıda, sahneler arası geçişlerde, geçmişe dönüşlerde, bilinçaltı aracılığı ile rüyalar ile oedipal ögeler özellikle Hollywood sinemasında sıkça kullanılmaktadır. (Mulvey)

Feminist film teorileri, oedipus kompleksinin karşısında durur çünkü Freud kadının tüm psikoseksüel evresini, penis yokluğu sendromuna bağlamaktadır. Kadının arzularından bahsetmez. Bu nedenle, feminist film kuramcıları, bu bakış açısının karşısında durur. Özellikle kadınların “kimliksiz” olduğu, özne konumunda olamadığı, hep bir nesne olarak görüldüğü Hollywood Sineması’nı eleştirirler.

Hollywood Sineması’nda bir yönetmen olan David Lynch da, filmlerinde oedipal ögeleri oldukça kullanmaktadır. Hollywood sinemasında kadın temsili, freudyen ögelerle anlatı ve kadının nasıl konumlandığına bakmak adına, Blue Velvet filminin incelenmesi, bir örnek oluşturacaktır.

Blue Velvet (Mavi Kadife)
David Lynch’ın yönetmen olduğu Blue Velvet filmi 1986 yapımı bir gerilim filmidir. Lumberto’da bir kasabada geçen filmin kahramanı Jeffrey adında bir gençtir. Blue Velvet’in simgesel bir anlatım dili vardır.

Filmin başında beyaz bir çit, mavi gökyüzü ve kırmızı çiçekler gösterilir. Bu görüntü Amerikan bayrağını simgeler.

Jeffrey’nin babası bahçelerini sular iken bir kaza geçirir ve hastaneye kaldırılır. Jeffrey babasını ziyaret ettikten sonra, boş bir arazide yürürken yerde kesik bir kulak görür ve gördüğü kesik kulağın kime ait olduğunu merak eder. Bunun peşine düşer. Kamera kesik kulağa “zoom in” yaptıktan sonra geçiş değişir. Bu kamera hareketinden sonra Jeffrey, tecavüz, uyuşturucu, cinayet gibi pek çok suça karışan Frank Booth’un yeraltı dünyasına iner. Yeraltı dünyasına inildikten sonra, rüya ile gerçek karışmaya başlar. Yeraltı dünyasına inildikten sonra Blue Velvet’de, freudyen ögeler hissedilmeye başlar.



Mulvey, Blue Velvet filminin karma zamanlı oedipal ögeler barındırdığı ve anlatıcının ergen Jeffrey olduğunu söylemektedir. Oedipal arzular ve çatışmalar olduğunu belirtir.

Jeffrey, kesik kulağı bulduktan sonra Williams adında bir dedektif ile görüşür, bu durumu ona anlatır. Daha sonra, Williams’ın kızı Sandy ile karşılaşır. Sandy, Jeffrey’e bu olayın detaylarını anlatır ve Dorothy Vallens’dan bahseder. Jeffrey, Sandy’den de yardım alarak, Dorothy Vallens’ın evine, bir böcek ilaçlama şirketinde çalışıyor gibi girer.
Sandy, güzel ve saf kadını temsil eder, adeta Medusa’nın yılan başlı olmadan önceki halidir. Dorothy ise Medusa’nın yılan başlı olduktan sonraki hali gibidir. Film zıt karakterler ile iç içe geçmiştir. Kişiler, kendi iç dünyalarında sürekli çatışma halindedir.

Jeffrey bir gün Sandy ile bir plan yapar ve gizlice tekrar Dorothy’nin evine girer. Dorothy, planlamadıkları bir zamanda evine geri döner. Jeffrey bir dolaba saklanır. Dolabın aralığından, Dorothy’e bakmaktadır. Mulvey’in belirttiği gibi, gözetleyen “erkek” gözetlenen ise kadın olmaktadır. Dorothy, bir erkek tarafından “arzulanan” kadın konumuna geçer.



Dorothy sık sık telefonda oğlu ile konuşmaktadır. Jeffrey bunu duyduktan sonra içinde bir şefkat oluşur. Daha sonra Dorothy, Jeffrey’i gördükten sonra eline bıçak alır ve ondan daha sonra üzerindeki kıyafetlerini çıkarmasını söyler. Kötü adam figürünü temsil eden Frank’dan öğrendiği şiddeti Jeffrey’e uygulamaya kalkar ve sadistik seksüel ögeler ön plana çıkar. Korkunç baba konumunda olan Frank’a karşı, savunmasız bir annedir. Jeffrey, Dorothy ve Frank arasında oedipal bir trajedi kurulmuştur. (Mulvey)

Frank’ın gelmesi ile tekrar dolabın içinde saklanan Jeffrey, Dorothy ile Frank arasında sadizm içeren ilişkiye tanık olmaktadır. Freud’un belirttiği gibi çocuk, ebeveynlerinin ilişkisi ile ilgili gördükleriyle alakalı tam bir algı gücüne sahip değildir. Baba, gücü, otoriteyi temsil eder. [...] Freud’a göre, “Ensest ilişki, insanın içinde uyuyan bir yaratıktır. Bu yaratık hiçbir zaman uyanmaz. Ancak bazen, uyurken çok şiddetli horlayabilir.” Oedipal üçgen; anne, baba ve çocuk üçgenidir. Röntgencilik, ensest arzular filmin temaları arasındadır. (Bilge, 24 Eylül, 2014)
Frank oedipal-babayı temsil eder. Oedipus kompleksinden çıkamamıştır, Dorothy’e sadist şeyler yaparken ona sık sık anne demektedir. Jeffrey ise kendi içinde zıtlıkları barındırır. Bana vur diyen Dorothy’e vurur ve bundan dolayı suçlu hisseder. Filmde iyi ve kötü kavramları iç içe geçmiştir.
Filmin sonunda Jeffrey, Frank’ı öldürür. Oedipus trajedisi gerçek olur ve Dorothy çocuğuna kavuşur ve onu kucağına alır. Daha sonra kamera Jeffrey’nin kulağına yakın plan yapar ve Jeffrey rüya görmektedir. Filmin başında kesik kulağa “zoom in” yapılarak, Frank’ın karanlık yeraltı dünyasına inilir, filmin sonunda Jeffrey’nin kulağına “zoom in” yapılarak, tekrar yeraltı dünyasından çıkılır. Sakin ve huzurlu kasabaya geri dönüş yapılır. Filmin sonunda, Dorothy çocuğuna kavuşur. Jeffrey mutludur, kendisini keşfetmiştir.

Teresa de Lauretis, klasik oedipal anlatıya karşı çıkar. Ve bu anlatının eski moda, psikolojik anlatı olduğunu belirtir. ‘oedipal interrupts’ makalesinde durumun umut verici olmadığını söyler. Lauretis’e göre iç açıcı bir durum yoktur ama Mulvey’in 1975 yılında yayınladığı “Arzunun Yeni Dili” yazısından yola çıkarak, kadınlar nasıl bir yol izleyeceklerini öğrenebileceğini belirtir. Artık kadınların okuma pratikleri vardır. Kişisel disiplin ve pratikler ile kadınların klasik anlatıya karşı gelebileceğini ifade eder.

Sonuç
Kadını arzulayan değil, arzulanan olarak gösteren bir sinema vardır. Kadın sadece erkek tarafından “arzulanabilir” ya da “arzulanmayabilir.” Kadın özne değil, bir nesnedir. Lauretis’e göre bu oldukça tehlikeli bir durumdur. Eski anlatı dili artık geride bırakılmalıdır ve sinema kadının da arzulayan bir birey, bir özne olduğunu göstermelidir. Üstelik bu sadece sinema açısından önemli değildir. Sinema bir kültür endüstrisidir. Topluma yön verir. Sinemada kadının bir özne olarak yansıtılması, toplumsal pratikleri de değiştirecektir. Sinemada kadının bir özne olarak konumlanması, toplumsal pratikleri de değiştirecektir ve kadınların özneleşmesine, toplum içinde bir “öteki” olmamasına aracı olacaktır.

Günümüzde sinema daha çok bir eğlence ve tüketim aracı olarak görülmektedir. İzleyici bir filmi izlerken, film ile bütünleşir. İç içe geçer. Sinema, izlerken aynı zamanda aktif katılım sağlayan izleyiciyi etkisi altına alır. Hollywood sinemasında kadın, kadın gözüne değil, erkek gözüne hitap eder. Kadın bakış açısını değil, erkek bakış açısını yansıtır. Özne olamayan kadın oyuncular da kendi arasında ayrıştırılır. Örneğin, siyahi bir kadın, beyaz bir kadının evinde hizmetçi olmaktadır. Kadınların kendi arasında da bütünlük yoktur. Irkçılık gibi kavramlar görülmektedir.

“Sinemanın gerçekte kaydettiği şey egemen ideolojinin belirsiz, formüle edilmemiş, teorileştirilmemiş, tasarlanmamış dünyası… şeyleri oldukları gibi değil, ideoloji onları kırılmadan geçirdiğinde göründükleri gibi yeniden üretir.  Bu durum üretimin her aşamasını kapsar: özne, ‘tarzlar’, formlar, anlamlar, anlatı gelenekleri; hepsi genel, ideolojik söylemin altını çizer.” (Comolli ve Narboni, Screen Reader’da 1977’den aktaran Stam)

Bir kültürü yeniden üreten sinema, toplumsal yaşam pratiklerine de yön verir. Yeniden ve yeniden üretilen, arzulanan ya da arzulanmayan  “kadın temsili” toplumsal pratiklerde de kadınların bu şekilde konumlanmasına yer açmaktadır. Teresa de Lauretis ve Laura Mulvey gibi feminist film teorisyenleri, artık bu durumun aşılması gerektiği görüşündedir. Geleneksel film anlatısının aşılması gerekmektedir. Eğer oedipus ögelerinin çok fazla işlendiği, geleneksel film anlatısı, geride bırakılırsa, toplumsal yaşam pratikleri de değişebilir. Egemen ideolojinin yarattığı sinemasal gerçekliği yıkmak için ise Mulvey ve Teresa de Lauretis’e göre kadınlara düşen görev büyüktür.




















Kaynakça
Adorno, Theodor. (2014) “Mınıma Moralıa”.(Çev. Orhan Koçak, Ahmet Doğukan).Metis Yayınları.
Stam, Robert. (2014) “Sinema Teorisine Giriş”. (Çev. Selda Salman, Çiğdem Asatekin). Ayrıntı Yayınları.
Telli, Halil. (4 Mayıs, 2012) “Psikoseksüel Gelişim Dönemi Kuramı (Freud)
http://www.pdrevi.com/pdr-ye-dair/pdr-konu-alanlari/gelisim/gelisim-kuramlari/105-psikoseks%C3%BCel-geli%C5%9Fim-d%C3%B6nemleri-freud.html
Lauretis de Teresa “Oedipus İnterruptus’
Mulvey, Laura. (1975) “ Visual Pleasure and Narrative Cinema”
http://www.composingdigitalmedia.org/f15_mca/mca_reads/mulvey.pdf
Mulvey, Laura. (1980) “Fethisism and Curiosity” BFI Book.
“Bu Filmin Kadınları Nerede?” (4 Ocak 2014)
Koedt, Anne’den Çeviren Toker Güler. (21 Eylül, 2011) “Vajinal Orgazm Miti.”
http://www.amargidergi.com/yeni/?p=762





Hiç yorum yok:

Yorum Gönder