Özet
Bu çalışmada,
David Lynch’ın Blue Velvet (Mavi Kadife) filmi, Laura Mulvey ve Teresa
de Lauretis’in feminist film teorileri üzerinden analiz edilecektir. Blue
Velvet “Oedipus kompleksi” üzerinden ele alınacaktır. “Geleneksel film
anlatısı”nın toplumsal pratiklere etkisi üzerinde durulacaktır.
Anahtar
Kelimeler:
Oedipus, Blue Velvet, röntgenciklik, feminizm.
Abstract
This article
focuses on the Movie “Blue Velvet” which
illustrates the riots between Laura Mulvey and Terasa de Lauretis’ feminist
film theories. Blue Velvet will be
analyzed with oedipus complex. Traditional film narrative will focus on the
effect of social practises.
Key
Words:
Oedipus Complex,
Blue Velvet, voyeurism, feminism.
Giriş
Lumiere
Kardeşler’in çektiği Trenin Gara Giriş’i
ile başladığı kabul edilen sinema yolcuğu, kapitalizmin etkisini günden güne
arttırması ile birlikte bir kültür endüstri haline dönüşmüştür. Henüz çok eski
bir tarihi olmamasına rağmen, toplumu derinden etkilediği şüphesizdir. Sinema teknik olanakları nedeniyle diğer tüm
sanat dallarından ayrılır. İzleyiciyi görüntülerin “kaydedildiği” ve “tekrar
tekrar” izlenildiği bir araç ile karşı karşıyadır. Bu nedenle seyirciyi etkisi
altına alır ve seyircinin de katılımını sağlar. Adorno, sinemayı bir kültür
endüstrisi yaratan araç olarak gördüğü için eleştirir.
Kültür endüstrisini döndüren çark, öykünmeci
gerilemeye, bastırılmış taklit dürtülerinin istismarına ayarlıdır. Yöntemi,
izleyicinin kendisini taklit edişini öngörmek ve böylece yaratmak istediği
anlaşmayı zaten varmış gibi göstermektir. Üstelik hiç de zorlanmadan
başarıyordur bunu. […] Kültürel aygıt bu teknikleri kullanarak, sinematik
gerilimin doruk noktasında son sürat yaklaşan bir trenin şiddetiyle
saldırmaktadır seyirciye. (Adorno, 2014, s. 209)
Bir kültür endüstrisine dönüşmüş, toplumsal
pratikleri yeniden ve yeniden üreten sinemada
“kadın” da metalaştırılır. Özellikle Hollywood sineması incelendiğinde
kadın-erkek arasında yapılan ayrım, kolaylıkla fark edilebilir. Kadınlar
karakter olmaktan uzaktır. Kadın adeta bir figürandır, erkeğin gölgesinde
kalır. Kadın, erkeğin “arzuladığı” ya da
“arzulamadığı” bir objeye dönüşür. Karakter analizi yapılmaz, psikolojik
özellikleri üzerinde durulmaz, sadece bir obje gibi gösterilir. New York Film
Akademisi’nin sinemada kadın temsili üzerine yaptığı araştırmaya göre Hollywood
Sinemasında kadın-erkek eşitsizliği olduğu ispatlanmıştır. Hollywood
Sineması’nda repliği olan kadınların oranı %30 iken, kadın erkek oyuncu
sayısının eşit olduğu oran ise yalnızca %10’dur. Kadın oyuncuların %26,2’si iç
çamaşırları ile görüntülenirken, bu oran erkeklerde yalnızca %9.4’idir. (4
Ocak, 2014, BİA Haber Merkezi)
New York Film
Akademisi’nin yaptığı araştırmaya göre, sinemada kadın hem temsil olarak hem de
sayısal olarak erkeğin gerisinde kalmaktadır. Kapitalist toplumun içinde,
kadınların iş yaşamı, günlük pratikler her alanda erkeklerin gerisinde
bırakıldığı görülmektedir. Sinemada da durum böyledir. Bütün bu etkenler,
sinemada bir “kadın temsil” sorunu yaratmıştır ve sinemada feminist teorilerin
doğmasına sebep olmuştur. Özellikle Hollywood sinemasının, neredeyse her
filminde “erkek bakış açısı” hâkimdir.
Toplumsal alanda
görülen “kadın-erkek” eşitsizliği sinemada da görülmesi, feminist film
teorilerinin doğmasına neden olmuştur. Feminist film teorilerinin doğuşu,
sadece sinema alanında aydınlanmayı amaçlamaz, sinema toplumu etkisi altını
alan bir güçtür. Bu nedenle toplumsal yaşamı etkileyecek bir araçtır.
Feminist gaye ataerkil toplumu alttan alta
destekleyen güç düzenlemeleri ve psiko-sosyal mekanizmaları araştırmaktı ve
nihai amaç sadece sinema teorisi ve eleştirisini değil aynı zamanda genel
olarak hiyerarşik biçimde ayrılmış sosyal ilişkileri dönüştürmekti. (Stam,
2014, s. 180)
Marx’a göre
üretim araçlarını ellerinde bulunduranlar, gücü de ellerinde bulundururlar.
Üretim araçları, egemen sınıfın elindedir ve toplumda bir hiyerarşi vardır.
Egemen sınıfın içinde de erkekler egemendir. Sinema endüstrisine bakıldığında,
fark edilir ki, çalışan insanlar arasında en çok erkekler görülür. Set işçileri
arasında, kadınların sayısı azdır. Yönetmenin erkek olduğu, kameramanın erkek
olduğu, kurgulayanın erkek olduğu bir film “erkek bakış açısı”na göre çekilir.
Dolayısıyla, kadın seyirciler de bir film izleme eyleminde, sinemada kadının
konumlandırılmasını, erkek bakış açısına göre izler. Sinemada kadın, kadın
izleyicinin değil, erkek izleyicinin bakış açısına göre konumlandırılır.
Kameranın aldığı görüntüler, kadınların gözüne değil, erkeklerin gözüne hitap
eder.
Erkek bakış kavramı, ilk kez Laura Mulvey öne
sürmüştür. Mulvey’e göre, tür sineması erkeğin bakışı üzerine kuruludur, kadın
tür sinemasında sadece bir gözetlenendir, bir nesnedir. Kameranın konumu,
açıları hep buna göre şekillenir. Erkek, kadını nasıl görmek istiyorsa kamera açısı
ona göre şekillenir. Kadının kıyafeti, makyajı, fiziksel bütün özellikleri
erkek bakış açısına göre düzenlenir. Dolayısıyla, kadın gözetleyen değil,
gözetlenendir. Mulvey’e göre kadın erkek bakışının yalnızca bir nesnesidir.
(Mulvey, 59)
Sinema bir takım olası hazlar sunar. Bunlardan biri
gözetlemeciliktir. Bakmanın da bakılmanın da zevk kaynağı olduğu durumlar
vardır. […] Cinsiyet üzerine üç denemesinde Freud, gözetlemeciliği, erojen
bölgelerden bağımsız dürtüler gibi var olan, cinselliği oluşturan güdülerden
biri olarak benimsemiştir. Bu noktada, gözetlemeciliği, öteki insanları
nesneler gibi ele almakta, onları denetleyici ve meraklı bir bakışa tabi
kılmaya ilintilendirir. […] Etkin güdü, öteki etkenlerle, özellikle egonun
oluşumuyla dönüşüme uğramakla birlikte, öteki kişilere obje gibi bakmaktaki haz
için erotik bir temel olarak varlığını sürdürür. En uç noktada bu, bir
sapkınlık halinde sabitleşebilir; tek cinsel tatmini, nesneleşmiş ötekini,
etkin denetleme anlamında seyrederek sağlayabilen takıntılı voyorleri ve
röntgencileri üretir. (Mulvey, 1975)
Freud’un
incelediği “oedipus” kavramı, tema olarak Hollywood sinemasında oldukça fazla
işlenmektedir. Özellikle Alfred Hitchcock filmlerinde, “oedipus” teması daha da
fazla işlenir, Freud’un çalışmalarını hep erkekler üzerine yapması, erkeklerin
cinsel arzuları üzerinde durması ve kadınların sendromlarını bile, erkeklerle
bağlantılı açıklamasına feministler karşı çıkmaktadır.
Thinking About Women (Kadınlar Üzerine Düşünmek)’da
Mary Elman şunları söyler: Freud’un kadınlara kendini beğenmiş ve korku dolu
yaklaşımında her şey “penis eksikliği” üzerine kuruludur fakat Freud bunu
sadece The Psychology of Women (Kadınların Psikolojisi) adlı makalesinde açıkça
dile getirir. Bundan sonra cinsel fonksiyonla çatışacak akılcı bir yaklaşımın
terk edilmesini kadınlara salık verecektir. Psikanaliz uygulanan hasta erkekte
ise; analiz bu erkeğin kapasitesini ilerletmeyi kendine görev edinir fakat
hasta bir kadında bu görev kendini cinselliklerinin sınırlılıklarının içine
hapseder. Bay Rief’in ortaya koyduğu gibi: Freud için, analiz kadını başarı ve
gelişim için yeni enerji toplamayı teşvik etmeyi başaramaz; sadece onlara
rasyonel olanı terk etmeyi öğretir. (Koedt’den çeviren Toker, Eylül, 2011.)
Freud
ve Oedipus Kompleksi
Freud bir
çocuğun gelişimini üç döneme ayırır:
1. Oral
Dönem :Gelişimin ilk basamağıdır. 0-1,5 yaş arası dönemdir. Oral dönemde bebek,
annesinin göğsünü emmekten büyük zevk duyar. Bebeklerin ihtiyaçlarını anlatma
şekli ağız ile yapılmaktadır. Bu evrede çocuğun bütün ihtiyaçları beslenmesini
karşılamaya yöneliktir.
2. Anal
Dönem: Bu dönemde çocuk dışkısının, dışarı atılmasını kontrol etmekten büyük
haz duymaktadır. Bu dönem, çocuğun 3. Yaşının sonuna kadar sürer. Anüs
bölgesinin şehvet uyandırıcılığını kullanan çocuk, bağırsaksaklarını
boşaltmaktan büyük bir zevk alır. Dışkıyı güçlü ve yıkıcı bir silahmış gibi
kullanır.
3. Fallik
Dönem: Fallik dönemde erkek çocuğu için penis, bütün benliği ve varlığı ile eş
değerdir. 3-6 yaş arasındadır. Erkek çocuk, kız çocuğunda penis olmadığını fark
edince kendisinde de yok olacağı korkusunu yaşar. Bu dönemde iki önemli sorun
meydana gelir.
a: İğdişlik
Korkusu (Kastrasyon): Bu dönemde erkek çocuğun, penisinin yok olacağı korkusunu
duyar. Kız çocuklarından uzak durur. Kız çocuğu ise, bu döneme eriştiğinde
penis yokluğunun yıkıcılığını yaşar. Annesine kızar, eksik olduğunu düşünür ve
bu anne ve kız çocuğu arasındaki ilişkiyi etkiler.
b: Oedipus
Kompleksi: . Oedipus Kompleksi, Sigmund Freud’un kurucusu olduğu psikanalitik
teoriye göre erkek çocuğun, annesini sahiplenme, kendi cinsinden ebeveyni saf
dışı bırakma, duygu, düşünceler ve dürtülerden oluşur. Kökeni ise mitolojiye
dayanmaktadır. Bu dönemde çocuk, karşı cinsteki ebeveynini sahiplenme arzusu
yaşar. Freud’a göre bir çocuğun ilk âşık olduğu kişi, karşı cinsteki
ebeveyndir. Erkek çocuk, evde bir güç otoritesi olan babadan çekinir ve onu bir
rakip olarak görür. (Telli, 4 Mayıs, 2012)
Feminist
Teori ve Oedipus’a Bakış
Pek çok feminist Freudculuğun fallusa, eril
gözetlemeciliğe ve “analitik tarafsızlık” gibi sinsice cinsiyetleştirilmiş
kavramlar dışında kadının öznelliğine çok az yer bırakan oedipal senaryoya
ayrıcalık vermesiyle ideolojik kısıtlamalarına dikkat çekti. Belirtildiği gibi
Freud, sadece erkek çocuğunun oedipal yolculuğu ile ilgilendi. (Stam, 2014, s.
185)
Teresa de
Lauretis, ‘Oedipus İnterrupts’ adlı makalesine, sorular ile başlar. Mitolojik
karakterlerin, güçlü gösterilen erkek figürlerinin toplumsal hayat
pratiklerinin içinde olduğundan bahseder ve bir soru sorar. “Medusa, kendi
kafasını kesen Perseus’ ile karşılaştığında ne hissetmişti?” diye sorar.
Medusa’nın çok farklı şekillerde, ekranda izleyici ile buluştuğunu ifade eder.
(Lauretis, 84)
Western
kültürde, oedipus ile ilgili çok fazla metafor görülmektedir. Sembolik
anlatıda, sahneler arası geçişlerde, geçmişe dönüşlerde, bilinçaltı aracılığı
ile rüyalar ile oedipal ögeler özellikle Hollywood sinemasında sıkça
kullanılmaktadır. (Mulvey)
Feminist film
teorileri, oedipus kompleksinin karşısında durur çünkü Freud kadının tüm
psikoseksüel evresini, penis yokluğu sendromuna bağlamaktadır. Kadının
arzularından bahsetmez. Bu nedenle, feminist film kuramcıları, bu bakış
açısının karşısında durur. Özellikle kadınların “kimliksiz” olduğu, özne
konumunda olamadığı, hep bir nesne olarak görüldüğü Hollywood Sineması’nı
eleştirirler.
Hollywood Sineması’nda
bir yönetmen olan David Lynch da, filmlerinde oedipal ögeleri oldukça
kullanmaktadır. Hollywood sinemasında kadın temsili, freudyen ögelerle anlatı
ve kadının nasıl konumlandığına bakmak adına, Blue Velvet filminin incelenmesi, bir örnek oluşturacaktır.
Blue
Velvet (Mavi Kadife)
David
Lynch’ın yönetmen olduğu Blue Velvet
filmi 1986 yapımı bir gerilim filmidir. Lumberto’da bir kasabada geçen filmin
kahramanı Jeffrey adında bir gençtir. Blue
Velvet’in simgesel bir anlatım dili vardır.
Filmin
başında beyaz bir çit, mavi gökyüzü ve kırmızı çiçekler gösterilir. Bu görüntü
Amerikan bayrağını simgeler.
Jeffrey’nin
babası bahçelerini sular iken bir kaza geçirir ve hastaneye kaldırılır. Jeffrey
babasını ziyaret ettikten sonra, boş bir arazide yürürken yerde kesik bir kulak
görür ve gördüğü kesik kulağın kime ait olduğunu merak eder. Bunun peşine
düşer. Kamera kesik kulağa “zoom in” yaptıktan sonra geçiş değişir. Bu kamera
hareketinden sonra Jeffrey, tecavüz, uyuşturucu, cinayet gibi pek çok suça
karışan Frank Booth’un yeraltı dünyasına iner. Yeraltı dünyasına inildikten
sonra, rüya ile gerçek karışmaya başlar. Yeraltı dünyasına inildikten sonra Blue Velvet’de, freudyen ögeler
hissedilmeye başlar.
Mulvey, Blue
Velvet filminin karma zamanlı oedipal ögeler barındırdığı ve anlatıcının ergen
Jeffrey olduğunu söylemektedir. Oedipal arzular ve çatışmalar olduğunu
belirtir.
Jeffrey, kesik
kulağı bulduktan sonra Williams adında bir dedektif ile görüşür, bu durumu ona
anlatır. Daha sonra, Williams’ın kızı Sandy ile karşılaşır. Sandy, Jeffrey’e bu
olayın detaylarını anlatır ve Dorothy Vallens’dan bahseder. Jeffrey, Sandy’den
de yardım alarak, Dorothy Vallens’ın evine, bir böcek ilaçlama şirketinde çalışıyor
gibi girer.
Sandy, güzel ve
saf kadını temsil eder, adeta Medusa’nın yılan başlı olmadan önceki halidir.
Dorothy ise Medusa’nın yılan başlı olduktan sonraki hali gibidir. Film zıt
karakterler ile iç içe geçmiştir. Kişiler, kendi iç dünyalarında sürekli
çatışma halindedir.
Jeffrey bir gün
Sandy ile bir plan yapar ve gizlice tekrar Dorothy’nin evine girer. Dorothy,
planlamadıkları bir zamanda evine geri döner. Jeffrey bir dolaba saklanır.
Dolabın aralığından, Dorothy’e bakmaktadır. Mulvey’in belirttiği gibi,
gözetleyen “erkek” gözetlenen ise kadın olmaktadır. Dorothy, bir erkek
tarafından “arzulanan” kadın konumuna geçer.
Dorothy sık sık telefonda oğlu ile konuşmaktadır. Jeffrey bunu duyduktan sonra içinde bir şefkat oluşur. Daha sonra Dorothy, Jeffrey’i gördükten sonra eline bıçak alır ve ondan daha sonra üzerindeki kıyafetlerini çıkarmasını söyler. Kötü adam figürünü temsil eden Frank’dan öğrendiği şiddeti Jeffrey’e uygulamaya kalkar ve sadistik seksüel ögeler ön plana çıkar. Korkunç baba konumunda olan Frank’a karşı, savunmasız bir annedir. Jeffrey, Dorothy ve Frank arasında oedipal bir trajedi kurulmuştur. (Mulvey)
Frank’ın gelmesi
ile tekrar dolabın içinde saklanan Jeffrey, Dorothy ile Frank arasında sadizm
içeren ilişkiye tanık olmaktadır. Freud’un belirttiği gibi çocuk,
ebeveynlerinin ilişkisi ile ilgili gördükleriyle alakalı tam bir algı gücüne
sahip değildir. Baba, gücü, otoriteyi temsil eder. [...] Freud’a göre, “Ensest ilişki, insanın içinde uyuyan bir
yaratıktır. Bu yaratık hiçbir zaman uyanmaz. Ancak bazen, uyurken çok şiddetli
horlayabilir.” Oedipal üçgen; anne, baba ve çocuk üçgenidir. Röntgencilik,
ensest arzular filmin temaları arasındadır. (Bilge, 24 Eylül, 2014)
Frank
oedipal-babayı temsil eder. Oedipus kompleksinden çıkamamıştır, Dorothy’e
sadist şeyler yaparken ona sık sık anne demektedir. Jeffrey ise kendi içinde
zıtlıkları barındırır. Bana vur diyen Dorothy’e vurur ve bundan dolayı suçlu
hisseder. Filmde iyi ve kötü kavramları iç içe geçmiştir.
Filmin sonunda
Jeffrey, Frank’ı öldürür. Oedipus trajedisi gerçek olur ve Dorothy çocuğuna
kavuşur ve onu kucağına alır. Daha sonra kamera Jeffrey’nin kulağına yakın plan
yapar ve Jeffrey rüya görmektedir. Filmin başında kesik kulağa “zoom in”
yapılarak, Frank’ın karanlık yeraltı dünyasına inilir, filmin sonunda
Jeffrey’nin kulağına “zoom in” yapılarak, tekrar yeraltı dünyasından çıkılır.
Sakin ve huzurlu kasabaya geri dönüş yapılır. Filmin sonunda, Dorothy çocuğuna
kavuşur. Jeffrey mutludur, kendisini keşfetmiştir.
Teresa de
Lauretis, klasik oedipal anlatıya karşı çıkar. Ve bu anlatının eski moda,
psikolojik anlatı olduğunu belirtir. ‘oedipal interrupts’ makalesinde durumun
umut verici olmadığını söyler. Lauretis’e göre iç açıcı bir durum yoktur ama
Mulvey’in 1975 yılında yayınladığı “Arzunun
Yeni Dili” yazısından yola çıkarak, kadınlar nasıl bir yol izleyeceklerini
öğrenebileceğini belirtir. Artık kadınların okuma pratikleri vardır. Kişisel
disiplin ve pratikler ile kadınların klasik anlatıya karşı gelebileceğini ifade
eder.
Sonuç
Kadını arzulayan
değil, arzulanan olarak gösteren bir sinema vardır. Kadın sadece erkek
tarafından “arzulanabilir” ya da “arzulanmayabilir.” Kadın özne değil, bir
nesnedir. Lauretis’e göre bu oldukça tehlikeli bir durumdur. Eski anlatı dili
artık geride bırakılmalıdır ve sinema kadının da arzulayan bir birey, bir özne
olduğunu göstermelidir. Üstelik bu sadece sinema açısından önemli değildir.
Sinema bir kültür endüstrisidir. Topluma yön verir. Sinemada kadının bir özne
olarak yansıtılması, toplumsal pratikleri de değiştirecektir. Sinemada kadının
bir özne olarak konumlanması, toplumsal pratikleri de değiştirecektir ve
kadınların özneleşmesine, toplum içinde bir “öteki” olmamasına aracı olacaktır.
Günümüzde sinema
daha çok bir eğlence ve tüketim aracı olarak görülmektedir. İzleyici bir filmi
izlerken, film ile bütünleşir. İç içe geçer. Sinema, izlerken aynı zamanda
aktif katılım sağlayan izleyiciyi etkisi altına alır. Hollywood sinemasında
kadın, kadın gözüne değil, erkek gözüne hitap eder. Kadın bakış açısını değil,
erkek bakış açısını yansıtır. Özne olamayan kadın oyuncular da kendi arasında
ayrıştırılır. Örneğin, siyahi bir kadın, beyaz bir kadının evinde hizmetçi
olmaktadır. Kadınların kendi arasında da bütünlük yoktur. Irkçılık gibi
kavramlar görülmektedir.
“Sinemanın
gerçekte kaydettiği şey egemen ideolojinin belirsiz, formüle edilmemiş,
teorileştirilmemiş, tasarlanmamış dünyası… şeyleri oldukları gibi değil,
ideoloji onları kırılmadan geçirdiğinde göründükleri gibi yeniden üretir. Bu durum üretimin her aşamasını kapsar: özne,
‘tarzlar’, formlar, anlamlar, anlatı gelenekleri; hepsi genel, ideolojik
söylemin altını çizer.” (Comolli ve Narboni, Screen Reader’da 1977’den aktaran
Stam)
Bir kültürü
yeniden üreten sinema, toplumsal yaşam pratiklerine de yön verir. Yeniden ve
yeniden üretilen, arzulanan ya da arzulanmayan
“kadın temsili” toplumsal pratiklerde de kadınların bu şekilde konumlanmasına
yer açmaktadır. Teresa de Lauretis ve Laura Mulvey gibi feminist film
teorisyenleri, artık bu durumun aşılması gerektiği görüşündedir. Geleneksel
film anlatısının aşılması gerekmektedir. Eğer oedipus ögelerinin çok fazla
işlendiği, geleneksel film anlatısı, geride bırakılırsa, toplumsal yaşam
pratikleri de değişebilir. Egemen ideolojinin yarattığı sinemasal gerçekliği
yıkmak için ise Mulvey ve Teresa de Lauretis’e göre kadınlara düşen görev
büyüktür.
Kaynakça
Adorno, Theodor.
(2014) “Mınıma Moralıa”.(Çev. Orhan
Koçak, Ahmet Doğukan).Metis Yayınları.
Stam, Robert.
(2014) “Sinema Teorisine Giriş”.
(Çev. Selda Salman, Çiğdem Asatekin). Ayrıntı Yayınları.
Telli, Halil. (4
Mayıs, 2012) “Psikoseksüel Gelişim Dönemi
Kuramı (Freud)”
http://www.pdrevi.com/pdr-ye-dair/pdr-konu-alanlari/gelisim/gelisim-kuramlari/105-psikoseks%C3%BCel-geli%C5%9Fim-d%C3%B6nemleri-freud.html
Lauretis de
Teresa “Oedipus İnterruptus’
Mulvey, Laura.
(1975) “ Visual Pleasure and Narrative
Cinema”
http://www.composingdigitalmedia.org/f15_mca/mca_reads/mulvey.pdf
Mulvey, Laura.
(1980) “Fethisism and Curiosity” BFI Book.
“Bu
Filmin Kadınları Nerede?” (4 Ocak 2014)
Koedt,
Anne’den Çeviren Toker Güler. (21 Eylül, 2011) “Vajinal Orgazm Miti.”
http://www.amargidergi.com/yeni/?p=762
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder