20 Mart 2017 Pazartesi

Bauman Anısına, Sosyal Medya Eleştirisi: Gösterisiz Mutluluklar Çabasına

Bu yazıyı Zygmunt Bauman'ın anısına ithaf ediyorum, hiç kimse bilmeyebilir. Bauman bile bilmeyebilir. 


Sosyal medya ve sosyallik olgusu, günümüzde ne kadar kaçmak istesek de kaçamadığımız bir durumdur. Çevremizde neredeyse herkes biz de dahil sosyal paylaşım ağlarını kullanmaktayız. Benim de sosyal paylaşım ağlarında çeşitli hesaplarım var fakat bunu arkadaşlıktan, sosyallikten ziyade gözlem yapmak için kullanıyorum. Kafama takılan şeyler var, beni rahatsız eden şeyler var, hatta beni deliye çeviren şeyler var. Bunları yazıya dökmeye çalışacağım fakat öncesinde Bauman'ın videosunu sizlerle paylaşacağım. 



Videodan anlaşıldığı üzere Bauman'ın belirttiği şey şu: iki arkadaşlık kavramının birbirinden farklı oluşu. Facebook arkadaşlığı ve gerçek arkadaşlık aynı şeyler değil. Zira Bauman hayatındaki sınırlı sayıdaki arkadaşlarını öyle kolay kolay silememiş. Arada hatır gönül ilişkisi var fakat sosyal ağlardaki arkadaşlıklar bir tıkla başlayıp, bir tıkla bitiyor. Gerçek arkadaşlık filan da değil. Benim üzerinde durmak istediğim şey ise bu arkadaşlıkların farkı değil, neden bu yüzeysel arkadaşlığa ihtiyaç duyulduğu? Neden o bir tıka, bir like butonuna ihtiyaç duyulduğu.

O like butonu gerçek bir beğeni değil, eğer gerçek bir beğeni olsaydı birbirini beğenen insanlar, birbirinin arkasından konuşmazdı ve zaten insanların birbirini beğenmesinin en önemli sebebi ise beğeni almak :) Siz beğendikçe, beğendiğiniz kişiler de ayıp olmasın diye sizi beğenecek, geri dönüş yapacak. Karşılıklı like durumu yani. Son derece sahte. 

Guy Debord'un belirttiği gibi "gösteri toplumunda" yaşıyoruz ve artık her şey bir gösteriye dönüşmüş durumda. Buna ekstradan Jim Carrey'nin Truman Show'unu da ekleyebiliriz. İnsanlar, bir yere gittiğinde birbirleriyle konuşmak yerine önce fotoğraf çekip paylaşıyor. Eskiden hatıra olarak çekilip saklanan analog fotoğraflar, dijitale dönüştü ve sosyal paylaşım ağları ile birlikte artık ulu orta paylaşılır oldu. 

Hayatınızda Olmayan Arkadaşlar

Ben sadece birbirini hiç görmeyen insanların; birbirini beğenmesini, arkadaş olmasını eleştirmiyorum. Eleştirdiğim bir konu da eski arkadaşlar ya da kısa bir süre diyalogda bulunup, birbirini birkaç kez görüp, sanki birbirlerinin her anını bilirmişçesine sosyal paylaşım ağlarında arkadaş rolü yapılması. Eğer bir insan benim arkadaşımsa, hayatımda önemli bir yere sahipse onunla iletişimde olmak için Facebook'a, Twitter'a, İnstagram'a ihtiyaç duymam. O kişi zaten hayatımda olur. Hayatımda olmayan bir insanın, örneğin ilkokulda aynı sınıfta okuduğum bir arkadaşın (şu an görüşmüyorsam) sahte bir şekilde arkadaş listemde olması benim için hiçbir şey ifade edemez. Sırf daha kabarık arkadaş listem olsun diye veyahut sadece merakımdan bu kişiyi arkadaş listemde tutmam da son derece saçma olur.

En Mükemmel 

En mükemmel sizsiniz. En güzel yemeği siz yersiniz, en güzel yerlere siz gidersiniz. En iyi eş, sevgili sizindir. Paylaşımlarınızı İngilizce yaparak daha da havalı gözükürsünüz. En çok kitabı siz okur, en çok filmi siz izlersiniz. Kitaplarınızın yanında, ya da aldığınız konser biletleri, sinema, tiyatro biletlerinin yanında kahve fotoğrafı paylaşmazsanız boğazınız kurur. Bu da yetmez, yabancı terimleri günlük hayatınızda kullanırsınız çünkü öyle daha havalı gözükürsünüz. :) Soruyorum size, gerçekten mutlu ve huzurlu musunuz? 

Ben Mutsuzum

Ben mutsuzum çünkü önümü göremiyorum. Hani iş görüşmesinde saçma sapan sorular soruyorlar ya, Beş yıl sonra kendinizi nerede görüyorsunuz diye. İşte bununla ilgili bir öngörüde bulunamıyorum kendime. Pek çoğunuzun da bulunamayacağını biliyorum. Ülke olarak berbat bir durumdayız. Dünya olarak acı çekiyoruz. Mülteci çocuklar balık gibi kıyıya vuruyor. Savaş, bomba, her yerde ölenler var. Ülkemizde hiç bilmediğimiz, gitmediğimiz yerlerde aylardır sokağa çıkma yasağı olan yerler var fakat biz bu durumu hiç yaşamadığımız için anlayamıyoruz. Bir gün elektriğimiz, suyumuz gidince çıldırıyoruz fakat aç, susuz, savaşın ortasında bir sürü insan var. 

Ezilen işçiler var her yerde. Asgari ücretle çalışan ve buna rağmen işini kaybetmemek adına, ezilmeyi göze alan işçiler var. Ezilmeyi geçtim, güvenlik önlemi alınmadan yani can güvenliği olmadan inşaatta çalışan işçiler var ve hatta çocuk işçiler var. Ben mutsuzum. Kendimi ve tüm dünyayı düşünüyorum. Çaresizliği düşünüyorum. Çıkış yolu düşünüyorum, bulamıyorum. 

Önemsiz Hayatlarda Önemli Bir Şey Yaptığını Zannetme

Önemsiz hayatlarda önemli işler yapıldığı zannediliyor. Yapay olan kariyer kelimesi abartılıyor. Kişisel gelişim kitapları ile insanlar daima daha iyi olmaya gayret ediyor. Kariyer ne? Kişisel Gelişim ne? Özellikle işini anlatırken, İngilizce terimler kullanan insanlar beni deliye çeviriyor. Bir doktorun Latince terim kullanması gibi bir şey değil bu, keşke bu kadar saygı duyulacak bir durum olsa. İnsanlar kendi kimliklerinden ziyade, meslekleri ile öne çıkmaya çalışıyor ve sürekli sosyal paylaşım ağlarında kendi hayatını, mesleğini öne çıkararak, beğeni almaya çalışıyor. Ne gerek var? Böyle mutlu olunur mu?

Mutlu Olabilirdik Belki...

Yaşamlarımız hakikatini kaybetmeseydi mutlu olabilirdik belki. O bir tıklamaya, bir like/beğeni butonuna ihtiyaç duymasaydık mutlu olabilirdik belki. Hayatımız boyunca başkalarına para kazandırmak için kendi yaşamımızı heba etmeseydik mutlu olabilirdik belki. Gece yastığa başımızı koyduğumuzda, içimizi sızlatacak hiçbir şey olmasaydı mutlu olabilirdik belki. Her şey sahte olmasaydı mutlu olabilirdik belki. 

Bir Like Yetmez, Yaşamaya Çalış

Yaşamaya çalış çocuk hem de bu yangın yerinde. Bir like yetmez çocuk mutlu olmaya bak. Sarıl sevdiğine, sarıl arkadaşlarına. Sevdiğine güzel bir söz söyle ve sevdiği bir şey hediye et. Cinsiyet fark etmeksizin saksıda çiçek mesela. Öyle bunu instagramda filan da paylaşma. Size özel ve safça olsun. 

Gösterisiz mutluluklar ve arkadaşlıklar şerefine. Hoşça kalın. Sevgiyle kalın. Aşkla kalın. 


20 Ocak 2017 Cuma

Dünyanın Sonuna Doğmuşum

“Kişisel neyim kaldı ki bir iletim olsun
Tıklana tıklana her şeyim ortada
Atın ölümü arpadan olsun
Her yiğit gibi benimki de meydanda.

Ayna ayna, haydi söyle benden daha gamsızı var mı?
Ayna ayna, haydi söyle benden daha arsızı var mı?”
Dünyanın Sonuna Doğmuşum- Manga

Özet
Bu çalışma, “yeniden üretim” kavramını, Manga’nın “Dünyanın Sonuna Doğmuşum” klibini inceleyerek, popüler kültür, kitle kültürü bağlamında incelemeyi amaçlamaktadır.
Anahtar Kelimeler: yeniden üretim, popüler kültür, Manga, kitle kültürü
Abstract
This study aims to examine the concept of “reproduction” in the context of popular culture, mass culture, by examining The Manga “ The Last in the World” clip.
Key Words: reproduction, popular culture, Manga, mass culture
Giriş
Yaşadığımız dünyaya, tüketim kültürü hakîm olmaktadır. Gelişen teknolojiyle birlikte, seri üretimle birlikte üretilen şeylerin tüketilmesi de serice olmaktadır. Etrafımızı kuşatan pek çok şey, görsel kültür aracılığıyla bize hızlıca tüketin demektedir. Manga’nın “Dünyanın Sonuna Doğmuşum” isimli klibi de her şeyin hızlıca tüketilebilir olduğu “popüler kültür” kavramını eleştirmektedir. Klibe değinmeden önce; kültür, popüler kültür, kitle kültürü kavramı üzerinde durmak faydalı olacaktır.
“Kültür, kuşaktan kuşağa geçen, kurallara bağlı, paylaşılan, simgelere dayanan, öğrenilen, davranış ve inançları kapsar. Yalnızca iyi eğitimli insanlar değil, herkes kültürlüdür. (…) Kültür geleneksel tavır ve davranışlar ve eğitim yoluyla insanlarda içselleştirilmiş davranış kurallarıyla ilgilidir.” (alıntılayan Berger, 2002, s. 142); (aktaran Kottak, 1987, s.35)
Sanat da bir kültür aracıdır ve herhangi bir kalıba sokmanın zor olduğu bir kavramdır. Sanat kavramı da teknoloji ile birlikte değişime uğramıştır. Teknolojik gelişmeler ve seri üretimle birlikte sanat da yeniden-üretilebilir hale gelmiştir. Yeniden-üretim ise bir kitle kültürünün doğmasına sebep olmuştur.  Teknolojik gelişmeler, bir kitle kültürü yaratmıştır. Walter Benjamin, “Tekniğin Olanaklarıyla Yeniden Üretildiği Çağda Sanat Yapıtı” adlı makalesinde teknolojik gelişmelerle birlikte değişen sanat algısından bahsetmektedir.
Benjamin makalesinde, en etkin düzeydeki yeniden üretimde bile, bir eksiklik olduğunu söyler ve bu eksiklikten şu şekilde bahsetmektedir. “En etkin düzeydeki yeniden-üretimde bile eksik olan bir yan vardır: sanat yapıtının şimdi ve burada’lığı – başka deyişle, bulunduğu yerde biriciklik niteliği taşıyan varlığı.” (Benjamin, 2014, s. 52)
Kopyalanan eserler, -biriciklik- özelliğini yitirmektedir fakat Benjamin’e göre eser, yalnızca –biriciklik- özelliğini yitirmemektedir. Biriciklik ve şimdi ve buradalı’k bir eserin “hakikiliğini” oluşturmaktadır. Burada sarsıntıya uğrayan bir “hakikilik” vardır. Kopyalama, yapıtın izleyici ile buluşmasını sağlamaktadır. (Benjamin, 2014, s.52)
Benjamin’in teknolojiyi ne tümel olumlayan ne de tümel reddeden yaklaşımının aksine, Adorno “Kültür” kavramını ve teknolojiyi olumsuzlayarak, eleştirmektedir. Adorno’ya göre kültür, her şeye benzerlik buluşturmaktadır.
“Günümüzde kültür her şeye benzerlik bulaştırır. Film, radyo ve dergiler bir sistem meydana getirirler. Her bir dal kendi içinde ve hep birlikte söz birliği içindedir. Siyasal karşıtlıkların estetik ifadeleri bile aynı şekilde bu çelikten ritmin övgüsünü ilan ederler.” (Adorno, 2014, s. 162)
Adorno, yaşadığı dönemde bile kültürün her şeye benzerlik bulaştırdığını düşünürken, günümüzde bu benzerlik, daha da belirginleşerek fark edilmektedir. İnsanlar ellerindeki kumanda ile televizyonlarda birbirinin aynı olan programları izlemektedir. Farklı gözüken kanallar, sürekli aynı şeyleri söylemektedir. Dışarı çıkıldığında reklam afişleri, insanları sürekli tüketime teşvik etmektedir. Günümüzde, Adorno’nun uzun zaman önce söylediği “kitlelerin aldatılışı” kavramı çok daha nettir. İnsanlar kitlesel olarak aldatılmaktadır.
Popüler kültür kavramını ise Arthur Asa Berger, şu şekilde açıklamaktadır:” Popüler kültür, kitle dolayımlı kültür ve kültürün genellikle çok sayıda insan tarafından devamlı surette tüketilen diğer benzer yanlarından meydana gelir.” (Berger, 2002, s. 143)

Adorno; popüler kültürü reddedip, seçkin kültürü benimsemektedir.
Popüler Kültür
Seçkin Kültür
Aşk romanları
Klasik romanlar
Rock müzik
Senfoniler, yaylı dörtlüsü
Müzikal komedi
opera
Durum komedisi
Klasik komedi
Çizgi roman
Resim
Tablo 1: Popüler Kültür ve Seçkin Kültür Arasında Görülen Farklılıklar (Berger, 2002, s. 143)
Seçkin kültür dinlemeyi, izlemeyi tercih eden bireyler de popüler kültür eserleri izleyebilmektedir fakat popüler kültür denildiğinde yaygın olarak okunan ya da izlenen eserler anlaşılmaktadır. Çok sayıda üretilen ve çok sayıda tüketilen eserleri kapsamaktadır.
Manga’nın “Dünyanın Sonuna Doğmuşum” klibi de bir popüler kültür eleştirisidir. İnsanların ellerinde kumanda ile birbirinin aynı olan programları izleyerek, hipnoz olmasını, sürekli tüketerek var olduğunu düşündüğü sistemi eleştirmektedir. Tüketim kültürü aracılığı ile Benjamin’in de bahsettiği, hakikat kavramı yok olmaktadır ve Guy Debord’da Benjamin’in belirttiği gibi hakikat kavramının yok olduğunu, hakikatin günden güne yerini temsillere bıraktığını ve dünyanın bir “Gösteri Toplumu’”na dönüştüğünü düşünmektedir.
Yaşamın her bir görünümünden kopmuş olan imajlar, bu yaşamın birliğini yeniden kurmanın artık mümkün olmadığı ortak bir akışta kaynaşırlar. (…) (Debord, s.13)
Elimdeki Kumandam Hayatıma Kumandan
Dünyanın Sonununa Doğmuşum” klibi elinde kumanda ile oturan, çizgili bir pijama giymiş adamın göründüğü sahne ile başlamaktadır. Bir koltukta oturan adam, gözlüklüdür. Zaman zaman elindeki kumanda ile kanal değiştirerek, televizyon karşısında uykuya dalmaktadır. Sonra evin kapısı açılır ve aniden şöyle bir geçiş yapılır. Çizgili pijama giyen adam bir anda gömlek, kumaş pantolon giyip, kravat takmıştır. İsmi Yiğit olan bu adam, Feleğin Sillesi isimli bir televizyon programına katılmıştır ve şu sözler gelir ardından: “ Ne haber, bak bende dert yok, tasa yok. Mutluyum artık bir beynim yok. Dikmişim ekrana gözlerimi, başka da bir ihtiyacım yok.” Programda iki tane sarışın, mini elbise giymiş, abartılı makyaj yapan, topuklu ayakkabı giyen kadın da sunucunun yanında yer almaktadır. Burada televizyon yahut çeşitli yayınlar aracılığıyla metalaştırılan kadınlar eleştirilmektedir.
“Önüm, arkam, sağım solum markam Bana pastamı verin, ekmeğe gerek yok. Ben tüketmeden var olamam.”
Bu söz geldiği sırada, çarkıfelek tarzı yarışmada, kelime oyununda bulunacak kelime “ye kürküm, ye’dir.” Klipte sürekli altyazı geçmektedir. Bu altyazılar şöyledir: “Hayatınızı değiştiriyoruz, gözlerinizi ekrandan ayırmayın, kulağınız bizde olsun. Düşünmeyin” ve yarışma devam ederken altta şu yazı sürekli geçmektedir. “Sakın Uyanmayın, uyanmayın!” Bu yarışmada bir halı kazanan ve medya aracılığı ile sürekli uyutulan pijamalı adamın bir sonraki durağı ise izdivaç programıdır.
İzdivaç programı platformuna geçildiğinde, sahneye ağırlıkta olarak kırmızı renk hâkimdir. Sarışın olan iki kadın, kırmızı renkli elbise giymişlerdir.
“Yeni bir kart verdi bugün bankam
Puanlarım artık en büyük kankam
Olmasa da taşla beş kuruş para
Cebimdeki telefon on numara”
Bu sözler geçerken aynı zamanda Aşk, Başkalaşım gibi kelimeler ekranda geçmektedir ve altyazı olarak sürekli genç ve güzel eş arayan insanlar yansıtılmaktadır. Burada medya aracılığı ile dayatılan kusursuz güzellik anlayışı eleştirilmektedir. Reklamlar aracılığı ile ve tüm görsel kanallar aracılığı ile sürekli insanlar bu saldırılara maruz kalmaktadır.
Toplum; zayıf ol, büyüleyici ol, herkes sana hayran kalsın gibi mesajlara maruz bırakılmaktadır ve bu mesajlar devamlı olarak sunulmaktadır. –Yeniden üretim- sadece insan tarafından üretilen eserlerde değildir, insanın bizzat kendisi de bir yeniden-üretim unsuru olmuştur. Artık kopyalama, yalnızca bir yağlı boya tablosunda görülmemektedir. İnsanlar da birbirlerinin kopyası olmaktadır.
“Sıkıldım çok, her dakika düşünmekten, üzülmekten
Artık yok, kalmadı gücüm, düşmekten, yenilmekten
Pişmanım erken vazgeçmekten, kendimden
Bu âlem geçmiş kendinden
Ne gelir elden?”
Şarkıda bu sözler söylenirken, klipte altyazı olarak şu sözler geçmektedir. : Şok, şok, şok! İnsan olmak giderek zorlaşıyor.
Daha sonra, halı kazanan, pijamalı adam evine geri dönmüştür ve içeri girdiğinde kıyafeti de pijamaya dönüşmüştür. Evinin dekoru eski tiptir. Antika bir tablo, açık yeşil bir duvar, loş bir lamba, beyaz bir perde ve içerisinde balık resminin olduğu bir tablo vardır. Sonra pijamalı adam, elindeki halıyı bir yere bırakarak tekrar koltuğunun başına geçmiştir ve kumanda ile televizyonu yeniden açmıştır ve eline tekrar kazandığı halıyı alıp onunla birlikte uyuyakalmıştır.
Manga, bu şarkıya, böyle bir klip yaparak, sürekli maruz kaldığımız mesajları vurgulamıştır. Sürekli uyutulduğumuzu belirtmiştir. Toplum, görsel imgelerle tüketime teşvik edilerek sürekli uyutulmaktadır. Hiçbir sorunu düşünmeyerek, aslında olmayan kusursuz hayat, televizyonda var gibi gösterilmektedir.
John Berger de Görme Biçimleri’nde, tüketim toplumunu eleştirmektedir. Bize, mutlu olun demektedir televizyon, reklamlar ve pek çok kanal. Önümüze geçici hazlar sunulmaktadır.
Giysiler, şampuanlar, arabalar, güzelleştirici boya ve kremler, güneşli tatil yerleri gerçekten zevk alınacak şeylerdir. Reklam, içimizde yatan doğal bir zevk açlığını işleyerek girişir işe. Ne var ki gerçek zevk, nesnenin aslını sunamaz bize: O zevkin yerini tutabilecek ölçüde doyurucu başka şey yoktur. (Berger, 132)
Neil Postman’da televizyona öldüren eğlence der ve “Televizyon Öldüren Eğlence” kitabında televizyonu eleştirir.
Televizyon kanallarındaki bir çekimin ortalama uzunluğu 3.5 saniyeyi geçmez, bunun için daima görecek yeni bir görüntüyle karşı karşıya kalan gözün dinlenmesi mümkün değildir. Dahası, televizyon izleyicilere çok çeşitli temalar sunar, bunları kavramak için asgari bir yetenek gereklidir ve büyük oranda, insanları duygusal açıdan hoşnut etmek amaçlanmıştır. Bazı insanları canından bezdiren reklamlar bile göze hoş görünecek şekilde, insanların damarını tutuşturan müzik eşliğinde ustaca hazırlanır. (Postman, s. 101)
Her şey bir kopyadır, birbirinin aynıdır ve televizyon programlarını izlemek için herhangi bir yetenek gerekmemektedir. İnsanlar herhangi bir dizide, Beethoven’ın Ay Işığı Sonatı’nı dinleyebilmektedir. Hakikilik, şimdi ve burada’lık yok olmuştur ve her şey birbirinin kopyası olarak, bize aslında hiç var olmayan bir dünya varmış gibi sunulmaktadır.
Sonuç
Gerçek ile kurmaca artık ayırt edilememektedir. Televizyonlar, gerçek olmayan programlarla dolup taşmaktadır. İnsanlar, sürekli tüketime teşvik edilerek, düşünmekten uzaklaştırılmaktadır. Düşünüldüğünde bile kapitalist sistem insanları büyük bir karamsarlığa sürüklemektedir. Düşünüp, bir çıkış yolu olabileceğine pek az kişi inanmaktadır.
Dünyada yaşanan eşitsizlikleri, problemleri düşünmek yerine, bir restaurantta oturup yemek fotoğraflarının instagrama atılması tercih edilmektedir.
Tekniğin olanaklarıyla, kapitalist sistem daha da pekiştirilmektedir. İnsanlara geçici hazlar verilip, mutluluk vaatleri sunularak tüketime teşvik edilmektedir. Önemli olan marka giyinmek, güzel görünmek ve mutlu olmaktır. Bunları yaparken, insanlar kandırılarak yoksullaştırıldığının farkında değildir.
Adorno’nun ifade ettiği gibi bir “kültür endüstrisi” oluşturulmuştur. Her şey tüketim için üretilmektedir. Bir tablonun bütünü yerine, artık onun küçük parçaları görülmektedir ve böylece insanlar bütünsel bakamamaktadır. Geçici hazlarla, sorgulama yetisi yok edilmektedir.
İnsanlar, evlerinin duvarları arasında hapsolmaktadır fakat esaretinin farkında değildir çünkü geçici hazlar vardır, tüketim vardır. Fiziksel olarak her bireyin görünümü birbirinden farklıdır. Dünyanın neresinde olunursa olunsun, her insanın yüzü farklı bir görünüme sahiptir. Her insanın ses tonu farklıdır fakat sistem bu görünümü de değiştirmektedir. Aynı renge boyanan saçlar, aynı tip makyajlar, yapılan estetik ameliyatları ile olmayan bir mükemmellik arayışı vardır, hiçbir zaman da yakalanamayacak olan bir mükemmellik arayışı vardır.
Kapitalizmle birlikte ihtiyaç duyulmayan malların üretimi ve beraberinde gelen hızla tüketimle birlikte, kişilerin yaşadığı gerçek bir dert fark edilmemektedir. Kredi kartları ile para olmasa bile alışveriş yapılmaktadır. Asgari ücret ile çalışanlar bile kredi kartı ile borçlanarak son model telefonlar alabilmektedir. Telefonun özelliklerini bilmemesine rağmen, son model bir telefon ile gezmek, insanlara haz vermektedir.
Bu nedenle popüler kültür ürünleri, tüketim kültürünü yeniden ve yeniden üreterek sisteme hizmet etmektedir. Gamsız insanlar yaratmaktadır.
Ayna ayna, haydi söyle benden daha gamsızı var mı?
Ayna Ayna, haydi söyle benden daha arsızı var mı?
Manga- “Dünyanın Sonuna Doğmuşum”



Kaynaklar
Benjamin, Walter. (2012), “Pasajlar”. A. Cemal (Çev.). İstanbul: Yapı Kredi.
Berger, Arthur Asa. (2012). “Kültür Eleştirisi.” Emir, Özgür (Çev.) İstanbul: Pinhan.
Adorno W. Theodor, Horkheimer Max. (2014) “Aydınlanmanın Diyalektiği”. Ülner N., Karadoğan Elif (Çev.) İstanbul: Kabalcı
Berger, John. (2016). “Görme Biçimleri.” Salman, Yurdanur (Çev.). İstanbul: Metis.
Debord, Guy.(2016) “Gösteri Toplumu”  Ekmekçi, Ayşen, Taşkent, Okşan (Çev). İstanbul: Ayrıntı.
Postman, Neil. (2016) “Televizyon Öldüren Eğlence” Akınhay, Osman (Çev.). İstanbul:Ayrıntı.






15 Haziran 2016 Çarşamba

Blue Velvet (Mavi Kadife) Filmine Feminist Analiz




Özet
Bu çalışmada, David Lynch’ın Blue Velvet  (Mavi Kadife) filmi, Laura Mulvey ve Teresa de Lauretis’in feminist film teorileri üzerinden analiz edilecektir.   Blue Velvet “Oedipus kompleksi” üzerinden ele alınacaktır. “Geleneksel film anlatısı”nın toplumsal pratiklere etkisi üzerinde durulacaktır.
Anahtar Kelimeler:
Oedipus, Blue Velvet, röntgenciklik, feminizm.
Abstract
This article focuses on the Movie “Blue Velvet” which illustrates the riots between Laura Mulvey and Terasa de Lauretis’ feminist film theories. Blue Velvet will be analyzed with oedipus complex. Traditional film narrative will focus on the effect of social practises.
Key Words:
Oedipus Complex, Blue Velvet, voyeurism, feminism.

Giriş
Lumiere Kardeşler’in çektiği Trenin Gara Giriş’i ile başladığı kabul edilen sinema yolcuğu, kapitalizmin etkisini günden güne arttırması ile birlikte bir kültür endüstri haline dönüşmüştür. Henüz çok eski bir tarihi olmamasına rağmen, toplumu derinden etkilediği şüphesizdir.  Sinema teknik olanakları nedeniyle diğer tüm sanat dallarından ayrılır. İzleyiciyi görüntülerin “kaydedildiği” ve “tekrar tekrar” izlenildiği bir araç ile karşı karşıyadır. Bu nedenle seyirciyi etkisi altına alır ve seyircinin de katılımını sağlar. Adorno, sinemayı bir kültür endüstrisi yaratan araç olarak gördüğü için eleştirir.

Kültür endüstrisini döndüren çark, öykünmeci gerilemeye, bastırılmış taklit dürtülerinin istismarına ayarlıdır. Yöntemi, izleyicinin kendisini taklit edişini öngörmek ve böylece yaratmak istediği anlaşmayı zaten varmış gibi göstermektir. Üstelik hiç de zorlanmadan başarıyordur bunu. […] Kültürel aygıt bu teknikleri kullanarak, sinematik gerilimin doruk noktasında son sürat yaklaşan bir trenin şiddetiyle saldırmaktadır seyirciye. (Adorno, 2014, s. 209)

Bir kültür endüstrisine dönüşmüş, toplumsal pratikleri yeniden ve yeniden üreten sinemada  “kadın” da metalaştırılır. Özellikle Hollywood sineması incelendiğinde kadın-erkek arasında yapılan ayrım, kolaylıkla fark edilebilir. Kadınlar karakter olmaktan uzaktır. Kadın adeta bir figürandır, erkeğin gölgesinde kalır.  Kadın, erkeğin “arzuladığı” ya da “arzulamadığı” bir objeye dönüşür. Karakter analizi yapılmaz, psikolojik özellikleri üzerinde durulmaz, sadece bir obje gibi gösterilir. New York Film Akademisi’nin sinemada kadın temsili üzerine yaptığı araştırmaya göre Hollywood Sinemasında kadın-erkek eşitsizliği olduğu ispatlanmıştır. Hollywood Sineması’nda repliği olan kadınların oranı %30 iken, kadın erkek oyuncu sayısının eşit olduğu oran ise yalnızca %10’dur. Kadın oyuncuların %26,2’si iç çamaşırları ile görüntülenirken, bu oran erkeklerde yalnızca %9.4’idir. (4 Ocak, 2014, BİA Haber Merkezi)

New York Film Akademisi’nin yaptığı araştırmaya göre, sinemada kadın hem temsil olarak hem de sayısal olarak erkeğin gerisinde kalmaktadır. Kapitalist toplumun içinde, kadınların iş yaşamı, günlük pratikler her alanda erkeklerin gerisinde bırakıldığı görülmektedir. Sinemada da durum böyledir. Bütün bu etkenler, sinemada bir “kadın temsil” sorunu yaratmıştır ve sinemada feminist teorilerin doğmasına sebep olmuştur. Özellikle Hollywood sinemasının, neredeyse her filminde “erkek bakış açısı” hâkimdir.

Toplumsal alanda görülen “kadın-erkek” eşitsizliği sinemada da görülmesi, feminist film teorilerinin doğmasına neden olmuştur. Feminist film teorilerinin doğuşu, sadece sinema alanında aydınlanmayı amaçlamaz, sinema toplumu etkisi altını alan bir güçtür. Bu nedenle toplumsal yaşamı etkileyecek bir araçtır. 

Feminist gaye ataerkil toplumu alttan alta destekleyen güç düzenlemeleri ve psiko-sosyal mekanizmaları araştırmaktı ve nihai amaç sadece sinema teorisi ve eleştirisini değil aynı zamanda genel olarak hiyerarşik biçimde ayrılmış sosyal ilişkileri dönüştürmekti. (Stam, 2014, s. 180)

Marx’a göre üretim araçlarını ellerinde bulunduranlar, gücü de ellerinde bulundururlar. Üretim araçları, egemen sınıfın elindedir ve toplumda bir hiyerarşi vardır. Egemen sınıfın içinde de erkekler egemendir. Sinema endüstrisine bakıldığında, fark edilir ki, çalışan insanlar arasında en çok erkekler görülür. Set işçileri arasında, kadınların sayısı azdır. Yönetmenin erkek olduğu, kameramanın erkek olduğu, kurgulayanın erkek olduğu bir film “erkek bakış açısı”na göre çekilir. Dolayısıyla, kadın seyirciler de bir film izleme eyleminde, sinemada kadının konumlandırılmasını, erkek bakış açısına göre izler. Sinemada kadın, kadın izleyicinin değil, erkek izleyicinin bakış açısına göre konumlandırılır. Kameranın aldığı görüntüler, kadınların gözüne değil, erkeklerin gözüne hitap eder.

Erkek bakış kavramı, ilk kez Laura Mulvey öne sürmüştür. Mulvey’e göre, tür sineması erkeğin bakışı üzerine kuruludur, kadın tür sinemasında sadece bir gözetlenendir, bir nesnedir. Kameranın konumu, açıları hep buna göre şekillenir. Erkek, kadını nasıl görmek istiyorsa kamera açısı ona göre şekillenir. Kadının kıyafeti, makyajı, fiziksel bütün özellikleri erkek bakış açısına göre düzenlenir. Dolayısıyla, kadın gözetleyen değil, gözetlenendir. Mulvey’e göre kadın erkek bakışının yalnızca bir nesnesidir. (Mulvey, 59)

Sinema bir takım olası hazlar sunar. Bunlardan biri gözetlemeciliktir. Bakmanın da bakılmanın da zevk kaynağı olduğu durumlar vardır. […] Cinsiyet üzerine üç denemesinde Freud, gözetlemeciliği, erojen bölgelerden bağımsız dürtüler gibi var olan, cinselliği oluşturan güdülerden biri olarak benimsemiştir. Bu noktada, gözetlemeciliği, öteki insanları nesneler gibi ele almakta, onları denetleyici ve meraklı bir bakışa tabi kılmaya ilintilendirir. […] Etkin güdü, öteki etkenlerle, özellikle egonun oluşumuyla dönüşüme uğramakla birlikte, öteki kişilere obje gibi bakmaktaki haz için erotik bir temel olarak varlığını sürdürür. En uç noktada bu, bir sapkınlık halinde sabitleşebilir; tek cinsel tatmini, nesneleşmiş ötekini, etkin denetleme anlamında seyrederek sağlayabilen takıntılı voyorleri ve röntgencileri üretir. (Mulvey, 1975)

Freud’un incelediği “oedipus” kavramı, tema olarak Hollywood sinemasında oldukça fazla işlenmektedir. Özellikle Alfred Hitchcock filmlerinde, “oedipus” teması daha da fazla işlenir, Freud’un çalışmalarını hep erkekler üzerine yapması, erkeklerin cinsel arzuları üzerinde durması ve kadınların sendromlarını bile, erkeklerle bağlantılı açıklamasına feministler karşı çıkmaktadır.

Thinking About Women (Kadınlar Üzerine Düşünmek)’da Mary Elman şunları söyler: Freud’un kadınlara kendini beğenmiş ve korku dolu yaklaşımında her şey “penis eksikliği” üzerine kuruludur fakat Freud bunu sadece The Psychology of Women (Kadınların Psikolojisi) adlı makalesinde açıkça dile getirir. Bundan sonra cinsel fonksiyonla çatışacak akılcı bir yaklaşımın terk edilmesini kadınlara salık verecektir. Psikanaliz uygulanan hasta erkekte ise; analiz bu erkeğin kapasitesini ilerletmeyi kendine görev edinir fakat hasta bir kadında bu görev kendini cinselliklerinin sınırlılıklarının içine hapseder. Bay Rief’in ortaya koyduğu gibi: Freud için, analiz kadını başarı ve gelişim için yeni enerji toplamayı teşvik etmeyi başaramaz; sadece onlara rasyonel olanı terk etmeyi öğretir. (Koedt’den çeviren Toker, Eylül, 2011.)

Freud ve Oedipus Kompleksi
Freud bir çocuğun gelişimini üç döneme ayırır:
1.     Oral Dönem :Gelişimin ilk basamağıdır. 0-1,5 yaş arası dönemdir. Oral dönemde bebek, annesinin göğsünü emmekten büyük zevk duyar. Bebeklerin ihtiyaçlarını anlatma şekli ağız ile yapılmaktadır. Bu evrede çocuğun bütün ihtiyaçları beslenmesini karşılamaya yöneliktir.
2.     Anal Dönem: Bu dönemde çocuk dışkısının, dışarı atılmasını kontrol etmekten büyük haz duymaktadır. Bu dönem, çocuğun 3. Yaşının sonuna kadar sürer. Anüs bölgesinin şehvet uyandırıcılığını kullanan çocuk, bağırsaksaklarını boşaltmaktan büyük bir zevk alır. Dışkıyı güçlü ve yıkıcı bir silahmış gibi kullanır.
3.     Fallik Dönem: Fallik dönemde erkek çocuğu için penis, bütün benliği ve varlığı ile eş değerdir. 3-6 yaş arasındadır. Erkek çocuk, kız çocuğunda penis olmadığını fark edince kendisinde de yok olacağı korkusunu yaşar. Bu dönemde iki önemli sorun meydana gelir.
a: İğdişlik Korkusu (Kastrasyon): Bu dönemde erkek çocuğun, penisinin yok olacağı korkusunu duyar. Kız çocuklarından uzak durur. Kız çocuğu ise, bu döneme eriştiğinde penis yokluğunun yıkıcılığını yaşar. Annesine kızar, eksik olduğunu düşünür ve bu anne ve kız çocuğu arasındaki ilişkiyi etkiler.
b: Oedipus Kompleksi: . Oedipus Kompleksi, Sigmund Freud’un kurucusu olduğu psikanalitik teoriye göre erkek çocuğun, annesini sahiplenme, kendi cinsinden ebeveyni saf dışı bırakma, duygu, düşünceler ve dürtülerden oluşur. Kökeni ise mitolojiye dayanmaktadır. Bu dönemde çocuk, karşı cinsteki ebeveynini sahiplenme arzusu yaşar. Freud’a göre bir çocuğun ilk âşık olduğu kişi, karşı cinsteki ebeveyndir. Erkek çocuk, evde bir güç otoritesi olan babadan çekinir ve onu bir rakip olarak görür. (Telli, 4 Mayıs, 2012)

Feminist Teori ve Oedipus’a Bakış
Pek çok feminist Freudculuğun fallusa, eril gözetlemeciliğe ve “analitik tarafsızlık” gibi sinsice cinsiyetleştirilmiş kavramlar dışında kadının öznelliğine çok az yer bırakan oedipal senaryoya ayrıcalık vermesiyle ideolojik kısıtlamalarına dikkat çekti. Belirtildiği gibi Freud, sadece erkek çocuğunun oedipal yolculuğu ile ilgilendi. (Stam, 2014, s. 185)
Teresa de Lauretis, ‘Oedipus İnterrupts’ adlı makalesine, sorular ile başlar. Mitolojik karakterlerin, güçlü gösterilen erkek figürlerinin toplumsal hayat pratiklerinin içinde olduğundan bahseder ve bir soru sorar. “Medusa, kendi kafasını kesen Perseus’ ile karşılaştığında ne hissetmişti?” diye sorar. Medusa’nın çok farklı şekillerde, ekranda izleyici ile buluştuğunu ifade eder. (Lauretis, 84)

Western kültürde, oedipus ile ilgili çok fazla metafor görülmektedir. Sembolik anlatıda, sahneler arası geçişlerde, geçmişe dönüşlerde, bilinçaltı aracılığı ile rüyalar ile oedipal ögeler özellikle Hollywood sinemasında sıkça kullanılmaktadır. (Mulvey)

Feminist film teorileri, oedipus kompleksinin karşısında durur çünkü Freud kadının tüm psikoseksüel evresini, penis yokluğu sendromuna bağlamaktadır. Kadının arzularından bahsetmez. Bu nedenle, feminist film kuramcıları, bu bakış açısının karşısında durur. Özellikle kadınların “kimliksiz” olduğu, özne konumunda olamadığı, hep bir nesne olarak görüldüğü Hollywood Sineması’nı eleştirirler.

Hollywood Sineması’nda bir yönetmen olan David Lynch da, filmlerinde oedipal ögeleri oldukça kullanmaktadır. Hollywood sinemasında kadın temsili, freudyen ögelerle anlatı ve kadının nasıl konumlandığına bakmak adına, Blue Velvet filminin incelenmesi, bir örnek oluşturacaktır.

Blue Velvet (Mavi Kadife)
David Lynch’ın yönetmen olduğu Blue Velvet filmi 1986 yapımı bir gerilim filmidir. Lumberto’da bir kasabada geçen filmin kahramanı Jeffrey adında bir gençtir. Blue Velvet’in simgesel bir anlatım dili vardır.

Filmin başında beyaz bir çit, mavi gökyüzü ve kırmızı çiçekler gösterilir. Bu görüntü Amerikan bayrağını simgeler.

Jeffrey’nin babası bahçelerini sular iken bir kaza geçirir ve hastaneye kaldırılır. Jeffrey babasını ziyaret ettikten sonra, boş bir arazide yürürken yerde kesik bir kulak görür ve gördüğü kesik kulağın kime ait olduğunu merak eder. Bunun peşine düşer. Kamera kesik kulağa “zoom in” yaptıktan sonra geçiş değişir. Bu kamera hareketinden sonra Jeffrey, tecavüz, uyuşturucu, cinayet gibi pek çok suça karışan Frank Booth’un yeraltı dünyasına iner. Yeraltı dünyasına inildikten sonra, rüya ile gerçek karışmaya başlar. Yeraltı dünyasına inildikten sonra Blue Velvet’de, freudyen ögeler hissedilmeye başlar.



Mulvey, Blue Velvet filminin karma zamanlı oedipal ögeler barındırdığı ve anlatıcının ergen Jeffrey olduğunu söylemektedir. Oedipal arzular ve çatışmalar olduğunu belirtir.

Jeffrey, kesik kulağı bulduktan sonra Williams adında bir dedektif ile görüşür, bu durumu ona anlatır. Daha sonra, Williams’ın kızı Sandy ile karşılaşır. Sandy, Jeffrey’e bu olayın detaylarını anlatır ve Dorothy Vallens’dan bahseder. Jeffrey, Sandy’den de yardım alarak, Dorothy Vallens’ın evine, bir böcek ilaçlama şirketinde çalışıyor gibi girer.
Sandy, güzel ve saf kadını temsil eder, adeta Medusa’nın yılan başlı olmadan önceki halidir. Dorothy ise Medusa’nın yılan başlı olduktan sonraki hali gibidir. Film zıt karakterler ile iç içe geçmiştir. Kişiler, kendi iç dünyalarında sürekli çatışma halindedir.

Jeffrey bir gün Sandy ile bir plan yapar ve gizlice tekrar Dorothy’nin evine girer. Dorothy, planlamadıkları bir zamanda evine geri döner. Jeffrey bir dolaba saklanır. Dolabın aralığından, Dorothy’e bakmaktadır. Mulvey’in belirttiği gibi, gözetleyen “erkek” gözetlenen ise kadın olmaktadır. Dorothy, bir erkek tarafından “arzulanan” kadın konumuna geçer.



Dorothy sık sık telefonda oğlu ile konuşmaktadır. Jeffrey bunu duyduktan sonra içinde bir şefkat oluşur. Daha sonra Dorothy, Jeffrey’i gördükten sonra eline bıçak alır ve ondan daha sonra üzerindeki kıyafetlerini çıkarmasını söyler. Kötü adam figürünü temsil eden Frank’dan öğrendiği şiddeti Jeffrey’e uygulamaya kalkar ve sadistik seksüel ögeler ön plana çıkar. Korkunç baba konumunda olan Frank’a karşı, savunmasız bir annedir. Jeffrey, Dorothy ve Frank arasında oedipal bir trajedi kurulmuştur. (Mulvey)

Frank’ın gelmesi ile tekrar dolabın içinde saklanan Jeffrey, Dorothy ile Frank arasında sadizm içeren ilişkiye tanık olmaktadır. Freud’un belirttiği gibi çocuk, ebeveynlerinin ilişkisi ile ilgili gördükleriyle alakalı tam bir algı gücüne sahip değildir. Baba, gücü, otoriteyi temsil eder. [...] Freud’a göre, “Ensest ilişki, insanın içinde uyuyan bir yaratıktır. Bu yaratık hiçbir zaman uyanmaz. Ancak bazen, uyurken çok şiddetli horlayabilir.” Oedipal üçgen; anne, baba ve çocuk üçgenidir. Röntgencilik, ensest arzular filmin temaları arasındadır. (Bilge, 24 Eylül, 2014)
Frank oedipal-babayı temsil eder. Oedipus kompleksinden çıkamamıştır, Dorothy’e sadist şeyler yaparken ona sık sık anne demektedir. Jeffrey ise kendi içinde zıtlıkları barındırır. Bana vur diyen Dorothy’e vurur ve bundan dolayı suçlu hisseder. Filmde iyi ve kötü kavramları iç içe geçmiştir.
Filmin sonunda Jeffrey, Frank’ı öldürür. Oedipus trajedisi gerçek olur ve Dorothy çocuğuna kavuşur ve onu kucağına alır. Daha sonra kamera Jeffrey’nin kulağına yakın plan yapar ve Jeffrey rüya görmektedir. Filmin başında kesik kulağa “zoom in” yapılarak, Frank’ın karanlık yeraltı dünyasına inilir, filmin sonunda Jeffrey’nin kulağına “zoom in” yapılarak, tekrar yeraltı dünyasından çıkılır. Sakin ve huzurlu kasabaya geri dönüş yapılır. Filmin sonunda, Dorothy çocuğuna kavuşur. Jeffrey mutludur, kendisini keşfetmiştir.

Teresa de Lauretis, klasik oedipal anlatıya karşı çıkar. Ve bu anlatının eski moda, psikolojik anlatı olduğunu belirtir. ‘oedipal interrupts’ makalesinde durumun umut verici olmadığını söyler. Lauretis’e göre iç açıcı bir durum yoktur ama Mulvey’in 1975 yılında yayınladığı “Arzunun Yeni Dili” yazısından yola çıkarak, kadınlar nasıl bir yol izleyeceklerini öğrenebileceğini belirtir. Artık kadınların okuma pratikleri vardır. Kişisel disiplin ve pratikler ile kadınların klasik anlatıya karşı gelebileceğini ifade eder.

Sonuç
Kadını arzulayan değil, arzulanan olarak gösteren bir sinema vardır. Kadın sadece erkek tarafından “arzulanabilir” ya da “arzulanmayabilir.” Kadın özne değil, bir nesnedir. Lauretis’e göre bu oldukça tehlikeli bir durumdur. Eski anlatı dili artık geride bırakılmalıdır ve sinema kadının da arzulayan bir birey, bir özne olduğunu göstermelidir. Üstelik bu sadece sinema açısından önemli değildir. Sinema bir kültür endüstrisidir. Topluma yön verir. Sinemada kadının bir özne olarak yansıtılması, toplumsal pratikleri de değiştirecektir. Sinemada kadının bir özne olarak konumlanması, toplumsal pratikleri de değiştirecektir ve kadınların özneleşmesine, toplum içinde bir “öteki” olmamasına aracı olacaktır.

Günümüzde sinema daha çok bir eğlence ve tüketim aracı olarak görülmektedir. İzleyici bir filmi izlerken, film ile bütünleşir. İç içe geçer. Sinema, izlerken aynı zamanda aktif katılım sağlayan izleyiciyi etkisi altına alır. Hollywood sinemasında kadın, kadın gözüne değil, erkek gözüne hitap eder. Kadın bakış açısını değil, erkek bakış açısını yansıtır. Özne olamayan kadın oyuncular da kendi arasında ayrıştırılır. Örneğin, siyahi bir kadın, beyaz bir kadının evinde hizmetçi olmaktadır. Kadınların kendi arasında da bütünlük yoktur. Irkçılık gibi kavramlar görülmektedir.

“Sinemanın gerçekte kaydettiği şey egemen ideolojinin belirsiz, formüle edilmemiş, teorileştirilmemiş, tasarlanmamış dünyası… şeyleri oldukları gibi değil, ideoloji onları kırılmadan geçirdiğinde göründükleri gibi yeniden üretir.  Bu durum üretimin her aşamasını kapsar: özne, ‘tarzlar’, formlar, anlamlar, anlatı gelenekleri; hepsi genel, ideolojik söylemin altını çizer.” (Comolli ve Narboni, Screen Reader’da 1977’den aktaran Stam)

Bir kültürü yeniden üreten sinema, toplumsal yaşam pratiklerine de yön verir. Yeniden ve yeniden üretilen, arzulanan ya da arzulanmayan  “kadın temsili” toplumsal pratiklerde de kadınların bu şekilde konumlanmasına yer açmaktadır. Teresa de Lauretis ve Laura Mulvey gibi feminist film teorisyenleri, artık bu durumun aşılması gerektiği görüşündedir. Geleneksel film anlatısının aşılması gerekmektedir. Eğer oedipus ögelerinin çok fazla işlendiği, geleneksel film anlatısı, geride bırakılırsa, toplumsal yaşam pratikleri de değişebilir. Egemen ideolojinin yarattığı sinemasal gerçekliği yıkmak için ise Mulvey ve Teresa de Lauretis’e göre kadınlara düşen görev büyüktür.




















Kaynakça
Adorno, Theodor. (2014) “Mınıma Moralıa”.(Çev. Orhan Koçak, Ahmet Doğukan).Metis Yayınları.
Stam, Robert. (2014) “Sinema Teorisine Giriş”. (Çev. Selda Salman, Çiğdem Asatekin). Ayrıntı Yayınları.
Telli, Halil. (4 Mayıs, 2012) “Psikoseksüel Gelişim Dönemi Kuramı (Freud)
http://www.pdrevi.com/pdr-ye-dair/pdr-konu-alanlari/gelisim/gelisim-kuramlari/105-psikoseks%C3%BCel-geli%C5%9Fim-d%C3%B6nemleri-freud.html
Lauretis de Teresa “Oedipus İnterruptus’
Mulvey, Laura. (1975) “ Visual Pleasure and Narrative Cinema”
http://www.composingdigitalmedia.org/f15_mca/mca_reads/mulvey.pdf
Mulvey, Laura. (1980) “Fethisism and Curiosity” BFI Book.
“Bu Filmin Kadınları Nerede?” (4 Ocak 2014)
Koedt, Anne’den Çeviren Toker Güler. (21 Eylül, 2011) “Vajinal Orgazm Miti.”
http://www.amargidergi.com/yeni/?p=762